Ölüme Giden Yol
"Ölüme Giden Yol"
Azad'ın doğduğu o sıcak Temmuz günü;
Temmuzun kavurucu sıcağı, 1990 yılının o gününde Ümraniye'nin yoksul bir gecekondu mahallesinin üzerine çökmüştü. Hava o kadar ağırdı ki, sanki zaman bile yavaşlamış, her nefes bir işkenceye dönüşmüştü. İşte tam da o boğucu atmosferin ortasında, Fatma'nın çaresiz çığlıkları yankılandı derme çatma duvarlar arasında. Yokluğun ve sefaletin kol gezdiği o karanlık odada, bir can daha hayata gözlerini açıyordu: Azad.
Ama bu doğum, ne bir sevinç çığlığı, ne de umut dolu bir başlangıçtı. Aksine, Azad dünyaya sessiz bir küskünlükle geldi. Sanki daha ilk nefesinde, onu bekleyen acımasız kaderi sezmiş gibiydi. Gözleri, annesinin yorgun yüzünde, babasının endişeli bakışlarında henüz anlamlandıramadığı bir hüznü yakalıyordu. O sıcak Temmuz günü, sadece bir çocuğun doğumu değil, aynı zamanda bir sessizliğin de başlangıcı oldu. Azad, konuşmadan geçen ilk yıllarında, hayatın acımasızlığına karşı ördüğü görünmez bir zırhın ardına sığınıyordu.
90'lar Türkiye'si de sancılı bir doğumun eşiğindeydi sanki. Siyasi arenada fırtınalar esiyor, farklı ideolojiler kanlı bıçak gibi birbirine giriyordu. Ekonomik krizler, umutları solduruyor, geleceğe dair kaygıları artırıyordu. Faili meçhul cinayetlerin gölgesi, ülkenin üzerine kara bir örtü gibi serilmişti. Televizyon ekranlarında, halkın anlamakta zorlandığı karmaşık siyasi tartışmalar yankılanıyordu. İşte Azad, tüm bu gürültünün, bu karmaşanın tam ortasında, sessiz çığlıklarıyla büyüyordu. O gecekondunun nemli duvarları, dışarıdaki siyasi gerginliği, ekonomik çaresizliği ve toplumsal huzursuzluğu emiyordu sanki.
Azad'ın babası Rıza, omuzlarında bir ömürlük yük taşıyan bir tekstil işçisiydi. Fabrikanın tozlu ve gürültülü atmosferi, onun ciğerlerine işlemiş, her nefesi bir öksürükle sonlanıyordu. Eve her gelişinde, yorgunluğunun ve çaresizliğinin izleri yüzünde okunuyordu. Geçim sıkıntısı, onu sürekli gergin ve öfkeli yapıyordu. Sık sık, o küçük gecekondunun duvarları arasında yankılanan sert sözleri, aslında sisteme, adaletsizliğe ve kendi çaresizliğine yönelik bir isyandı.
Annesi Fatma ise, ince parmakları sürekli bir telaş içinde olan, yorgun ama şefkatli bir kadındı. Gözlerinde, hayata karşı verdiği amansız mücadelenin izleri vardı. Azad'a duyduğu sonsuz sevgi, aynı zamanda onu koruyamama korkusuyla gölgeleniyordu. Oğlunun o sessizliği, onun en büyük endişesiydi. Acaba bu suskunluk, onu hayata karşı daha da savunmasız mı bırakacaktı?
İşte Azad'ın dünyası, 1990'ların Türkiye'sinin yoksul bir köşesinde böyle şekilleniyordu. Sessizlik, yokluk, siyasi karmaşa ve aile içi gerginlikler... Tüm bunlar, onun henüz filizlenmemiş ruhunda derin yaralar açıyordu. Ama o karlı kış günü, o sessizliğin ardında yatan merak ve keşfetme arzusunun ilk kıvılcımı çakacaktı...
Karlı gün, Ümraniye'nin o yoksul mahallesine beyaz bir kefen gibi serilmişti. Her şeyin üzerini örten bu sessiz ve soğuk örtü, Azad'ın küçük dünyasında bambaşka bir yankı buluyordu. Annesinin "hemen gel" tembihlerine rağmen, o büyülü beyazlığın çekimine kapılmıştı bir kere. Ayaklarında o eski lastik ayakkabılar, sanki bambaşka bir gezegende yürüyormuş gibi hissediyordu.
O mavi önlüklü çocuklar... Onların neşeli sesleri uzaktan geliyordu. Azad, onların o telaşlı dünyasına yabancıydı. Okul... Onun için henüz anlamını bilmediği bir kavramdı. Ama o önlükler, o çantalar, o koşturmaca... İçinde belirsiz bir merak uyandırıyordu. Acaba onlar ne biliyorlardı, ne yaşıyorlardı ki bu kadar neşeliydiler? Onun sessiz dünyasında olmayan ne vardı onların dünyasında?
Tek başına karların içinde yürümek... Bu, Azad için bir keşifti. Her adımda çıkan o hafif çıtırtı, sanki evrenin ona özel bir fısıltısıydı. Eğildi, o soğuk mucizeye dokundu. Kar taneleri, avucunda eriyip kaybolurken, o bambaşka bir şey denemeye karar verdi.
Küçük elleriyle karı yuvarlamaya başladı. Önce küçücük bir topçuk oluştu. Sonra onu yavaşça ileri doğru itti. O küçücük top, yuvarlandıkça büyüdü, büyüdü... Azad'ın donuk yüzünde, o ana kadar hiç görülmemiş bir hayret ve hayranlık ifadesi belirdi. Gözleri parladı. Bu, onun için sadece bir oyun değildi. Bu, kendi elleriyle yarattığı bir şeydi. Bir güç... Belki de hayatında ilk kez bu kadar somut bir şeyi, kendi iradesiyle değiştirebildiğini hissediyordu.
O büyüyen kar topunda, Azad'ın henüz idrak edemediği derin bir sır saklıydı. Hayat da onu böyle yuvarlayacak, savuracak, bazen acımasızca büyütecekti. Karşılaştığı zorluklar, tıpkı o yuvarlanan kar gibi, zamanla katlanacak, onu bambaşka birine dönüştürecekti. O yoksul mahallenin çamurlu sokakları, o büyüyen kar topuna yapışacak, belki de onu kirletecekti. Ama içindeki o saf merak ve hayret, o karın ilk beyazlığı gibi, tüm karanlığa rağmen bir umut ışığı olarak kalmaya devam edebilirdi.
Azad, o büyüyen kar topuna baktı. İçinde tarifsiz bir heyecan vardı. Sanki evrenin basit ama derin bir yasasını keşfetmişti. Küçücük bir başlangıçla, sabırla ve azimle ne kadar büyük sonuçlar elde edilebileceğini ilkel bir dürtüyle anlamıştı. Ama hayatın ona sunacağı dersler, o kar topunun basitliğinden çok daha karmaşık ve çetindi. O yoksul mahallenin soğuk ve acımasız gerçekliği, o beyaz örtünün altında sinsice bekliyordu. Ve Azad'ın "ölüme giden yolu", belki de o karlı günde, o büyüyen kar topuyla birlikte, farkında olmadan çizilmeye başlamıştı bile...
Oyunun verdiği heyecanla zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Birden, uzaktan annesinin endişeli sesi duyuldu: "Azad! Azad! Neredesin sen?" O ses, o büyülü anın perdesini yırtan bir gerçeklik gibiydi. Azad, irkilerek sesin geldiği yöne döndü. Annesi, gecekondunun kapısında, endişeyle etrafına bakınıyordu.
O büyüyen kar topunu olduğu yerde bırakarak, annesine doğru koşmaya başladı. Ayakları, karların üzerinde kayıyordu. İçinde hem suçluluk hem de o keşfin tatlı heyecanı vardı. Annesinin yanına vardığında, Fatma'nın yüzündeki endişe yavaş yavaş yerini hafif bir öfkeye bıraktı.
"Oğlum, demedim mi sana hemen gel diye? Hava çok soğuk, hasta olacaksın!"
Azad, başını eğerek sessizce dinledi annesini. O an, kelimelere dökülmeyen bir iletişim kuruldu aralarında. Fatma'nın öfkesinin ardındaki derin sevgi ve endişeyi hissedebiliyordu. O yoksul hayatta, birbirlerine tutunmaktan başka çareleri yoktu.
Eve döndüklerinde, o sıcak sobanın yanına sokuldu Azad. Annesi, ona sıcak bir çorba verdi. O yorgun ama sevgi dolu ellerin şefkati, Azad'ın içini ısıttı. Pencereden dışarı baktığında, o büyüyen kar topu hala oradaydı. Sanki ona, hayata dair o ilk sırrı fısıldamaya devam ediyordu: Küçük bir başlangıçla bile, büyük şeyler yaratılabilir... Ama aynı zamanda, hayatın soğuğu ve zorlukları da her zaman yanı başımızdaydı.
Bu karlı gün, Azad'ın sessiz dünyasında küçük ama derin bir iz bıraktı. O büyüyen kar topu, onun için bir sembol olacaktı belki de. Hayatın inişli çıkışlı yolunda, bazen kendi çabasıyla bir şeyleri büyütebileceğini, değiştirebileceğini hatırlatacaktı ona. Ama aynı zamanda, o soğuk ve kaygan zeminin, her an düşme tehlikesiyle dolu olduğunu da unutmaması gerekecekti.
Ümraniye'nin o yoksul mahallesinin dar ve tozlu sokaklarında, yoksulluğun ve çaresizliğin yanı sıra, kendi kurallarını koyan, karanlık bir dünya da hüküm sürüyordu: Mafya. Bu, yoksul insanların umutsuzluklarından beslenen, güç ve şiddet üzerine kurulu bir ağdı. Azad'ın sessiz dünyası, bu karanlık dünyanın fısıltılarından ve gölgelerinden tamamen uzak değildi.
Mahallenin köşelerinde toplanan, sert bakışlı, kaba saba adamların aralarında fısıltıyla konuştukları duyulurdu. Bu fısıltılar, genellikle "iş"ten, "tahsilat"tan, "arazi anlaşmazlıkları"ndan bahsederdi. Çocukların oyun oynadığı sokaklarda bile, bu adamların varlığı hissedilir, gergin bir hava yaratırdı.
Mahalledeki küçük esnaf, zaman zaman bu karanlık figürlerin "ziyaretlerine" maruz kalırdı. "Harc" adı altında toplanan paralar, aslında yoksul insanların kıt kanaat kazançlarından çalınan bir haraçtı. Direnenler ise, tehditlerle, hatta şiddetle karşılaşırdı. Bu durum, mahalle sakinleri arasında korku ve çaresizlik duygusunu derinleştiriyordu.
Siyasi atmosferin de bu mafya hesaplaşmalarına dolaylı yollardan etkisi vardı. Özellikle yerel seçimler yaklaştıkça, farklı siyasi grupların mafya ile olan ilişkileri, kirli pazarlıklar ve çıkar çatışmaları daha da belirgin hale gelirdi. Kimisi oy toplamak için mafyanın gücünden faydalanır, kimisi de onların yasadışı işlerine göz yumarak kendi çıkarlarını korurdu. Bu durum, adalete olan inancı sarsıyor, yoksul halkın devlete olan güvenini zedeliyordu.
Azad, henüz bu karmaşık ilişkileri tam olarak anlamıyordu elbette. Ama o sert bakışları, o fısıltıları, o ani öfke patlamalarını sessizce gözlemliyordu. Belki de bu karanlık dünyanın gölgeleri, onun çocuk ruhunda derin bir güvensizlik ve korku tohumu ekiyordu.
Mahalledeki boş arsalarda, terk edilmiş binaların köşelerinde zaman zaman kavgalar yaşanırdı. Yumruk sesleri, küfürler ve tehditler, o sessiz mahallenin huzurunu kaçırırdı. Azad, bu olaylara ya penceresinden şahit olur ya da sonradan mahalle sakinlerinin fısıltılarından öğrenirdi. Bu şiddet manzaraları, onun için anlaşılmaz ve korkutucuydu. İnsanlar neden birbirine böyle öfkeyle saldırıyordu? Güç, neden bu kadar acımasızca kullanılıyordu?
Bir keresinde, mahallenin sevilen bir bakkalı, "harcı" ödemeyi reddettiği için dükkanı basılmıştı. Raflar devrilmiş, mallar yerlere saçılmıştı. Bakkalın yüzündeki morluklar ve gözlerindeki korku, Azad'ın küçük kalbine derin bir ürperti salmıştı. Olayın ardından, mahallede uzun süre bir sessizlik hakim olmuştu. Herkes, korkudan sinmiş, olan biteni kendi içinde yaşamıştı.
Azad, bu olaylardan sonra daha da içine kapanmıştı sanki. O karanlık dünyanın kuralları, yoksulluğun acımasızlığıyla birleşince, hayatın ne kadar adaletsiz ve tehlikeli olabileceğine dair ilk tohumlar zihnine ekilmişti. O büyüyen kar topunun aksine, bu karanlık dünya büyüdükçe daha da ürkütücü hale geliyordu.
Peki, Azad bu mafya hesaplaşmalarının tam ortasına düşecek mi? Belki de ailesi, bu karanlık dünyanın bir parçası olmak zorunda kalacak ya da tam tersi, onlara karşı bir mücadele verecektir. Bu durum, Azad'ın hayatını nasıl etkileyecek? Onun sessizliği, bu karanlık karşısında nasıl bir tepkiye dönüşecek?Günler, o yoksul mahallenin üzerinde ağır bir perde gibi akıp geçti. Yokluk ve umutsuzluk, zamanın ruhuna sinmiş gibiydi. Azad, büyüyordu. O suskun çocuk, artık altı yaşına gelmişti. Ailece yenen basit yemekler, o küçücük evin sıcaklığını arttıran sobanın önünde toplanmalar, annesinin babasının yorgun ayaklarını özenle yıkaması... Bunlar, Azad'ın hafızasına kazınan, o zorlu hayattaki nadir sıcak anlardı.
Aralık ayıydı. 1996 yılının soğuk ve beyaz örtüsü, Ümraniye'nin üzerine sinmişti. Küçük Azad, o soğuk kış gününde, tahta oyuncak arabasıyla yerde uzanmış, kendi hayal dünyasının sokaklarında yolculuk yapıyordu. O minik elleriyle arabasını iterken, zihninde bambaşka dünyalar canlanıyordu. Belki de o hayal dünyasında, o yoksul mahallenin karanlık gölgeleri yoktu. Belki de orada, mavi önlüklü çocuklar gibi neşeyle koşuşturuyordu.
Tam o hayal alemindeyken, dışarıdan gelen bir ses gerçekliği acı bir şekilde hatırlattı. Kapının önüne yavaşça yanaşan beyaz bir Toros... O dönemin karanlık olaylarının, faili meçhul cinayetlerin simgesi haline gelmiş ürkütücü bir araç. İçinden deri parkalı, sert bakışlı, ellerinde telsiz olan dört adam indi. Sessizce, kararlı adımlarla eve doğru ilerlediler.
Azad, o an olup bitenin farkında değildi. Oyuncak arabasının tekerleklerinin hayali sesleriyle meşguldü. Ama gerçek hayat, onun hayallerinden çok daha acımasız bir senaryo yazıyordu.
Kapı, sert ve telaşlı bir şekilde çalındı. İçerideki sessizliği bıçak gibi kesti o ses. Annesi Fatma'nın titrek sesi duyuldu: "Kim o?"
Dışarıdan gelen soğuk ve resmi cevap, o sıcak yuvanın üzerine bir buz gibi çöktü:"Aç Kapıyı"
Fatma, tereddütle kapıya doğru yürüdü. O yoksul hayatta, her yabancı bir tehdit gibi algılanırdı. Kapıyı araladığında, karşısında sivri bıyıklı, tehditkar bakışlı dört adam belirdi. Birinin soğuk sesi, Fatma'nın kanını dondurdu: "Polis."
O an, babası Rıza'nın yüzünde bir gölge belirdi. Sanki beklediği bir andı bu. Yavaşça başını salladı polise doğru. "Anladım," dedi, sesi yorgun ve teslimiyetkar. "Anladım."
Küçük Azad, oyuncağını bırakarak bir an kapıya baktı. Sonra babasına çevirdi gözlerini. Babasının yüzündeki o garip ifadeyi anlamlandıramıyordu. Rıza'nın gözleri bir an Azad'ın gözleriyle buluştu. İçinde tarifsiz bir acı ve sevgi barındıran bir bakıştı o. "Geleceğim," dedi Rıza, sesi titrek ama kararlı. "Korkmayın."
Ve sonra, o dört adamın arasında kayboldu. Kapı kapandı. O beyaz Toros, karlı sokakta yavaşça uzaklaştı. Azad, kapıya baktı, sonra annesine. Annesi, yüzünde tarifsiz bir acıyla yere çökmüştü. O an, Azad'ın çocuk kalbi ilk kez o derin ve onarılamaz kaybın soğukluğunu hissetti. Babası gitmişti. Ve bir daha asla geri dönmeyecekti...
O an, Azad'ın sessiz dünyasına yeni bir katman eklendi: Kayıp. O güne kadar sadece yoksulluğu ve çaresizliği gözlemleyen o küçük çocuk, şimdi hayatın en acımasız gerçeğiyle yüzleşmişti. Babasının o son sözleri, "geleceğim, korkmayın," Azad'ın zihnine kazınmıştı. Ama o sözler, zamanla bir umut mu, yoksa bir yalan mı olacaktı?
O beyaz Toros'un ardında bıraktığı boşluk, Azad'ın ve annesinin hayatını nasıl değiştirecekti? O 90'ların karanlık siyasi atmosferi, Rıza'yı nereye götürmüştü? Ve Azad'ın sessizliği, bu büyük kayıp karşısında nasıl bir çığlığa dönüşecekti?
Günler, haftaları, haftalar ayları kovaladı. Zaman, o yoksul mahallenin üzerinde acımasız bir hızla akıyordu sanki. O beyaz Toros'un bıraktığı derin yara hala tazeydi. Evin sessizliği daha da koyulaşmış, Rıza'nın yokluğu her köşede hissediliyordu.
Fatma, hayata tutunmak, Azad'ı ayakta tutmak zorundaydı. Komşuların yardımıyla küçük bir iş buldu. Gündelik işlerde çalışıyor, eve yorgun argın dönüyordu. Azad'a ise, o sıcakkanlı ve bilge ninesi bakıyordu. Ninenin kırışık elleri, Azad'ın saçlarını okşarken, ona kaybettiği babasının sevgisini hatırlatmaya çalışıyordu sanki.
Yıl 1997 olmuştu. Bir akşam, Fatma kapıdan içeri girdiğinde elinde bir torba vardı. Azad, ninesinin yanında sessizce oturmuş, oyuncaklarıyla oynuyordu. Annesinin yorgun ama yüzünde hafif bir tebessümle kendisine doğru geldiğini gördü. Fatma, torbayı Azad'ın yanına bıraktı.
"Bak bakalım, sana ne aldım?" dedi, sesi titrek ama umut dolu.
Azad, merakla torbayı açtı. İçinden katlanmış, yepyeni, mavi bir önlük çıktı. O mavi renk, Azad'ın o karlı günde pencereden izlediği çocukların önlüklerini hatırlattı ona. Şimdi, o da o dünyaya adım atacaktı. Okula başlayacaktı.
Ama o mavi önlüğe bakarken, Azad'ın içini buruk bir hüzün kapladı. Babası yanında yoktu. O ilk okul heyecanını onunla paylaşamayacaktı. Boynu bükük, gözleri dolu dolu annesine baktı. Fatma, oğlunun o hüzünlü bakışlarını anladı. Eğilip Azad'a sıkıca sarıldı.
"Biliyorum oğlum," dedi fısıltıyla. "Biliyorum ne hissettiğini. Ama sen çok güçlüsün. Baban da seninle gurur duyardı."
O mavi önlük, Azad için hem yeni bir başlangıcın, hem de derin bir kaybın simgesiydi. Okul, ona yeni bir dünya açacak, belki de o sessizliğin ardındaki zekasını ortaya çıkaracaktı. Ama aynı zamanda, babasının yokluğu, hayatının her anında bir gölge gibi onunla birlikte olacaktı.
Azad, o gece mavi önlüğünü yatağının yanına koydu. İçinde hem bir heyecan, hem de tarifsiz bir hüzün vardı. Yarın, yeni bir yolculuğa başlayacaktı. Ama o yol, babasının yokluğunun acısıyla gölgelenmiş bir "ölüme giden yol"un bir parçası mıydı, yoksa yeni umutlara açılan bir kapı mıydı, henüz bilmiyordu...
Azad'ın minik kalbi, o gece yatağında huzursuzca çarpıyordu. Yarın, hayatında yeni bir sayfa açılacaktı. O mavi önlük, yanında babasının sıcak eli olmadan giyilecekti. Hem heyecanlıydı, o yeni dünyanın merakıyla dolu, hem de korkuyordu. Tanımadığı insanlar, bilmediği kurallar... Babasının o güven veren sesi yanında olmayacaktı. Uykuya dalmakta zorlandı. Gözlerini kapattığında, o beyaz Toros ve babasının o son, hüzünlü bakışı zihninde tekrar tekrar canlandı.
Nihayet sabah oldu. Annesinin yumuşak sesiyle uyandı Azad. Fatma'nın yüzünde, oğlunun bu önemli günü için çabalayan, hem gururlu hem de hüzünlü bir ifade vardı. "Hadi oğlum," dedi sevgiyle. "Bugün senin ilk okul günün."
Azad, yatağından yavaşça kalktı. Annesi, özenle hazırladığı kıyafetleri yanına koymuştu. O yepyeni, ütülü mavi önlük... Beyaz, tertemiz yakası... Azad, o önlüğü eline aldığında, içinde garip bir duygu belirdi. Hem giymek için sabırsızlanıyordu, hem de o önlüğün üzerine sinmiş babasının yokluğu içini burkuyordu.
Annesi, Azad'ı dikkatle giydirdi. O minik kolları mavi kumaşın içine nazikçe geçirdi. Beyaz yakayı düzeltti. Her hareketi, bir annenin sevgisi ve şefkatiyle doluydu. Azad, annesinin yüzüne baktı. Fatma'nın gözlerinde hafif bir nem vardı. O da biliyordu, bu ilk okul günü, buruk bir başlangıç olacaktı.
Giydirme faslı bittikten sonra, Fatma Azad'ın saçlarını okşadı. "Çok yakışıklı oldun," dedi, sesi titrek bir gülümsemeyle. "Baban seni böyle görse çok gurur duyardı."
Kahvaltı masasında sessizlik hakimdi. İkisi de, o önemli günün ağırlığını hissediyordu. Fatma, Azad'ın tabağına özenle peynir, zeytin koydu. Azad, her zamankinden daha yavaş yiyordu. İçindeki o karmaşık duygular, iştahını kaçırmıştı sanki.
Hazırlıklar tamamlandığında, Fatma Azad'ın elini tuttu. O küçük el, annesininkinin içinde kayboluyordu neredeyse. Birlikte, o yoksul mahallenin tozlu sokaklarında yürümeye başladılar. Okulun heybetli kapısı göründüğünde, Azad'ın adımları yavaşladı. İçindeki heyecan, yerini yavaş yavaş bir tedirginliğe bırakıyordu.
Okulun bahçesi, rengarenk önlüklü çocuklarla doluydu. Neşeli kahkahalar, koşturmalar... Azad, o kalabalığın içinde kendini yabancı ve küçük hissetti. Annesinin eli, onun için tek güven kaynağıydı.
Fatma, Azad'ı okulun kapısına kadar götürdü. Orada, diğer veliler ve öğrencilerle dolu bir karmaşa vardı. Annesi, Azad'ın omzuna dokundu. "Bak oğlum," dedi yumuşak bir sesle. "Burada yeni arkadaşlar edineceksin, yeni şeyler öğreneceksin. Korkma. Ben seni bekliyor olacağım."
Azad, annesinin gözlerine baktı. O gözlerdeki sevgi ve güven, ona biraz cesaret verdi. Annesi, onu yavaşça kalabalığın içine doğru itti. Azad, ilk adımlarını o bilinmeyen dünyaya doğru atarken, arkasında annesinin hüzünlü ama umut dolu bakışlarını hissediyordu. O mavi önlük, şimdi onun yeni kimliğiydi. Ama kalbindeki o derin boşluk, babasının yokluğu, o ilk adımlarında bile ona eşlik ediyordu...
Azad, o kalabalığın içinde yapayalnız kaldı. Annesinin sıcak eli artık onunla değildi. O rengarenk önlüklü denizinde, tek başına bir adacık gibiydi. Gözleri doldu taştı. O an, babasının yokluğu, bir yumruk gibi oturdu göğsüne. O güven veren sesini, sıcak gülüşünü çok özlemişti. İlk okul günü... Babası yanında olmalıydı.
Ama Azad, ağlamanın zayıflık olduğunu düşünüyordu. Utandı. O kalabalıkta kimsenin onun gözyaşlarını görmesini istemiyordu. Küçük elleriyle hızla gözlerini sildi. Başını eğdi, o mavi önlüğün beyaz yakasına sakladı yüzünü. Sanki o yaka, onun hüznünü gizleyebilecek bir perdeydi.
Yutkundu. Boğazındaki o acı düğümü çözmeye çalıştı. Derin bir nefes aldı. Etrafına bakındı. Herkes kendi halinde, telaşlıydı. Kimse onun o anki çaresizliğini fark etmiyordu bile. Bu yalnızlık hissi, Azad'ın içindeki sessizliği daha da derinleştirdi.
Adımlarını yavaşça, etrafına bakınarak attı. Koridorlar kalabalıktı. Çocukların neşeli sesleri, onun kulağında uğultu gibiydi. Herkes bir yere yetişmeye çalışıyordu. Azad, nereye gideceğini bilmiyordu. Kaybolmuş hissediyordu.
Bir köşede durdu. Sırtını soğuk duvara yasladı. Gözleri hala nemliydi. Burnunu çekti. O an, annesinin "güçlü ol" sözleri yankılandı zihninde. Babası da onu güçlü görmek isterdi. Ağlamamalıydı.
Derin bir nefes daha aldı. Omuzlarını dikleştirmeye çalıştı. Artık o küçük, ürkek Azad değildi. Babasının emanetiydi. Annesinin umuduydu. Gözyaşlarını içine akıttı. O acı, kalbinin derinliklerinde bir yara olarak kalacaktı ama o, dışarıya güçlü görünmek zorundaydı.
Yavaşça duvardan ayrıldı. Etrafındaki kalabalığa karıştı. Artık tek bir amacı vardı: Bir sınıf bulmak. O mavi önlüğün ait olduğu yeri keşfetmek. Belki de o yeni dünyanın içinde, babasının yokluğunun acısını hafifletecek yeni arkadaşlar, yeni umutlar bulacaktı... Ama o ilk adımlar, kalbindeki o derin hüzünle atılıyordu.
Kalabalığın ortasında, bir an durdu Azad. Gözleri, bir köşede oğluna sımsıkı sarılan bir babaya takıldı. Adamın yüzünde öyle bir sevgi, öyle bir şefkat vardı ki, o an Azad'ın kalbine bir bıçak saplandı sanki. Baba, oğlunun saçlarını okşuyor, alnından öpüyordu. Oğulun minik kolları da babasının boynuna sıkıca sarılmıştı. O an, baba ve oğul arasında kurulan o görünmez bağ, Azad'ın içini derinden etkiledi.
"Oğlum," diye fısıldadı baba, sesi sevgiyle titreiyordu. O tek kelime, Azad'ın zihninde yankılandı. "Oğlum..." O kelime, onun artık sahip olmadığı, özlemini derinden hissettiği bir sıcaklığı, bir güveni ifade ediyordu.
Azad, o sahneyi izlerken gözyaşlarına hakim olamadı. Bu sefer saklamaya çalışmadı. O küçük omuzları titremeye başladı. Boğazına kocaman bir düğüm oturdu. Nefes almakta zorlanıyordu. O baba ve oğulun arasındaki sevgi dolu an, onun içindeki o derin yarayı daha da kanatmıştı. Babasının sıcaklığını, kokusunu, o güven veren sesini öyle çok özlemişti ki...
O an, etrafındaki tüm sesler kayboldu. Sadece o baba ve oğulun silueti kaldı zihninde. Onların arasındaki o sevgi bağı, Azad'a hayatın ne kadar acımasız olabileceğini bir kez daha hatırlattı. Başkalarının sahip olduğu o sıcak aile tablosu, ona artık sonsuza dek yabancıydı.
Gözlerinden akan yaşları silmeye bile mecali kalmamıştı. O kalabalığın içinde, kimsesiz ve yapayalnız hissediyordu. O mavi önlük bile, artık ona bir anlam ifade etmiyordu. Tek istediği, babasının o sımsıkı sarılışı, o sevgi dolu "oğlum" sözüydü. Ama biliyordu ki, o artık sadece bir hayaldi.
O baba ve oğul ayrılıp kalabalığın içinde kaybolduğunda, Azad hala aynı yerde, donakalmış bir şekilde duruyordu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor, o küçük kalbi tarifsiz bir acıyla sızlıyordu. İlk okul günü... Onun için artık sadece bir hüzün ve kayıp günüydü. O yeni başlangıç umudu, yerini derin bir yalnızlık ve çaresizlik duygusuna bırakmıştı.
Azad, o baba ve oğlun sıcak sarılışının yarattığı derin sızıyla bir müddet olduğu yerde kaldı. Gözlerinden süzülen yaşlar, o mavi önlüğünün yakasını ıslatıyordu. O an, okulun gürültüsü, çocukların neşeli çığlıkları, velilerin telaşlı koşturmaları sanki bir fon müziği gibiydi, onun içindeki tarifsiz acıyı daha da keskinleştiriyordu. O kalabalığın içinde yapayalnızdı. Kimse onun kalbindeki o derin boşluğu, o tarifsiz özlemi bilmiyordu.
Yavaşça, titrek bir nefes aldı. Gözyaşlarını silmeye çalıştı. O küçük elleri bile titriyordu. "Ağlamayacağım," diye fısıldadı kendi kendine, sesi zorlukla duyuluyordu. "Babam güçlü olmamı isterdi." Ama o sözler, o anki çaresizliğini bastırmaya yetmiyordu.
Ayakları onu bilinçsizce bir yöne doğru sürükledi. Koridor boyunca yavaşça ilerledi. Duvarlara tutunarak yürüyordu sanki. Her köşe başında, neşeyle koşturan çocuk grupları, gülüşen öğretmenler görüyordu. Onların o kaygısız halleri, Azad'ın içindeki burukluğu daha da artırıyordu. Onların babaları yanlarındaydı belki de... Onlar, babalarının sıcak bir öpücüğüyle okula başlamışlardı.
Nihayet, kalabalığın biraz daha seyrek olduğu bir köşeye ulaştı. Bir bankın üzerine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Omuzları hala hafifçe titriyordu. O an, sadece bir çocuktu. Kaybının ağırlığı altında ezilen, çaresiz bir çocuk. O mavi önlük bile, artık ona bir anlam ifade etmiyordu. Sadece babasının yokluğunu daha da somutlaştırıyordu sanki.
Bir süre öylece oturdu. Gözyaşları yavaş yavaş dinmişti ama içindeki o derin sızı hala geçmemişti. Sonra, yavaşça başını kaldırdı. Etrafına baktı. Bu okul, onun için yeni bir başlangıç olmalıydı. Annesi ona umutla o önlüğü almıştı. Babası da onun okumasını, öğrenmesini isterdi. O acıya rağmen, güçlü olmak zorundaydı. Babasının anısına saygı göstermek zorundaydı.
Derin bir nefes daha aldı. Banktan kalktı. Artık daha kararlı adımlarla yürümeye başladı. Bir sınıf kapısının önünde durdu. Üzerinde "1-A" yazıyordu. Kalbi hızla çarpmaya başladı. İşte, yeni dünyasının kapısı...
Yavaşça kapıyı çaldı. İçeriden nazik bir ses duyuldu: "Gel bakalım."
Azad, kapıyı araladı. Karşısında, güler yüzlü, sıcak bakışlı bir öğretmen duruyordu. Sınıf, rengarenk resimlerle, çocukların çizimleriyle süslenmişti. Sıralarında oturan çocuklar, meraklı gözlerle Azad'a bakıyorlardı.
Öğretmen, Azad'a doğru yaklaştı. "Merhaba," dedi nazik bir sesle. "Sen yeni öğrencimiz olmalısın. Adın ne?"
Azad, boğazındaki o düğüme rağmen, titrek bir sesle cevap verdi: "Azad."
Öğretmen gülümsedi. "Hoş geldin Azad. Ben de senin öğretmenim, Elif Öğretmen." Sonra sınıfa döndü. "Çocuklar, yeni bir arkadaşımız geldi. Adı Azad."
Sınıftaki çocuklar, Azad'ı merakla süzdüler. Bazıları gülümsedi, bazıları çekinerek el salladı. Elif Öğretmen, Azad'ı boş bir sıraya doğru yönlendirdi.
Azad, yavaş adımlarla sırasına oturdu. Etrafındaki yeni yüzler, yeni sesler... Her şey ona yabancıydı. Ama o güler yüzlü öğretmen, o meraklı bakışlı çocuklar, içinde küçük bir umut kıvılcımı yaktı sanki. Belki de bu yeni dünyada, o derin acıya rağmen, yeni bir başlangıç yapabilirdi. Belki de babasının yokluğunun yarattığı boşluğu, yeni arkadaşlarla, yeni bilgilerle doldurabilirdi.
Ama o ilk gün, Azad için kolay olmayacaktı. Ders boyunca aklı sık sık babasına kaydı. Öğretmenin anlattıklarını dinlemekte zorlandı. Çocukların neşeli oyunlarına katılamadı. Teneffüslerde tek başına kaldı, kalabalığın uzağında durdu.
O gün, Azad için hem bir ilk adım, hem de derin bir yalnızlık günüydü. O mavi önlük, artık onun okul üniformasıydı ama kalbindeki o görünmez yara, o gün de, sonraki günlerde de onunla birlikte olmaya devam edecekti. O "ölüme giden yol", belki de o okulun kapısından içeri adım attığı an, yeni bir viraja girmişti. Ama o yolun sonunda onu neyin beklediğini, henüz kimse bilmiyordu...
O gazete kupürü, Azad'ın küçük dünyasında bir deprem etkisi yarattı. "Kayıp" kelimesi, o güne kadar zihninde belirsiz bir boşluk yaratan o acı gerçeği bambaşka bir şekilde aydınlattı. Babası sadece "kaybolmamıştı". Bir tekstil işçisi olarak anılması da kafasını karıştırdı. Annesinin ve ninesinin fısıltıları, mahalledeki o tedirgin hava, o beyaz Toros... Bütün parçalar yavaş yavaş birleşmeye başlıyordu.
Küçük Azad, o sararmış kağıdı elinde sıkıca tuttu. Parmağı, "Kayıp Tekstil İşçisi" başlığının üzerinde gezindi. Babasının fotoğrafı yoktu. Sadece kısa, resmi bir metin vardı. Ama o metin, Azad'ın zihninde bir sürü soru işareti yarattı. Neden "kayıp" deniyordu? Annesi ve ninesi, babasının "götürüldüğünü" fısıldamışlardı. Ve o tekstil işçisi ifadesi... Babasının çalıştığı işi biliyordu ama sanki bu haberde bir şeyler eksikti, bir şeyler gizleniyordu.
O gün okuldan döner dönmez, annesinin yanına koştu. Gazete kupürünü titrek elleriyle Fatma'ya uzattı. "Anne, bu ne demek?" diye sordu, sesi heyecan ve merakla karışmıştı.
Fatma, o sararmış kağıdı gördüğünde yüzü soldu. Gözlerinde derin bir acı ve korku belirdi. Bir an oğlunun gözlerine baktı, sonra başını çevirdi. "Boşver oğlum," dedi yorgun bir sesle. "Eski bir haber."
Ama Azad pes etmedi. "Hayır anne, bu babamla ilgili. Neden kayıp yazıyor? Siz bana... siz bana polislerin götürdüğünü söylemiştiniz."
Fatma derin bir nefes aldı. O an, oğluna gerçeği anlatmanın zamanı geldiğini anladı. Azad artık büyüyordu ve soruları cevapsız bırakmak işe yaramayacaktı. Oğlunun elini tuttu ve onu yanına oturttu.
"Oğlum," diye başladı sesi titreyerek, "baban... baban sadece bir tekstil işçisi değildi. O... bazı şeylere inanıyordu. Haksızlıklara karşı çıkıyordu. Bu yüzden... bazı güçlü insanlar onu susturmak istedi."
Azad'ın kaşları çatıldı. "Susturmak mı? Ne demek bu?"
Fatma yutkundu. "Oğlum, baban... bazı siyasi işlere karıştı. Doğru olduğuna inandığı şeyler için mücadele etti. Ama bu... bazı insanlar için tehlikeliydi."
"O polisler miydi o tehlikeli insanlar?" Azad'ın sesi öfke doluydu. O beyaz Toros'tan inen sert yüzlü adamlar zihnine kazınmıştı.
Fatma başını salladı. "Evet oğlum. Onlardı. Ve onu... onu götürdüler."
"Nereye anne? Neden geri gelmiyor?" Azad'ın gözleri yaşlarla doldu.
Fatma'nın sesi kısıldı. "Oğlum... baban şimdi cezaevinde."
"Cezaevi mi?" Azad'ın küçük dünyasında bu kelime korkunç bir anlam taşıyordu. Suçluların kapatıldığı karanlık bir yer. Babası bir suçlu muydu?
Fatma, oğlunun o acı dolu bakışlarına dayanamadı. Onu sıkıca kucakladı. "Hayır oğlum, baban kötü bir adam değil. O sadece doğru olduğuna inandığı şeyler için mücadele etti. Ama bu ülkede... bazen doğruyu söylemek tehlikeli olabilir."
O an, Azad'ın çocuk kalbi karmaşık duygularla doldu. Babasına duyduğu sevgi ve özlem, şimdi bir öfke ve adaletsizlik duygusuyla karışıyordu. Babası haksız yere mi cezaevindeydi? Neden kimse ona yardım etmiyordu?
O günden sonra Azad'ın sessizliği daha da derinleşti. Ama bu sefer bu sessizlik, bir kabullenme değil, bir sorgulayışın sessizliğiydi. Babasının neden cezaevinde olduğunu, ona ne olduğunu öğrenmek istiyordu. O gazete kupürü, onun için bir başlangıçtı. O "ölüme giden yol", şimdi gerçeği arayan küçük bir çocuğun kararlılığıyla çizilmeye başlıyordu...